PSİKOLOJİ FELSEFEDEN NASIL KOPTU?

Psikohelp

Paylaş

            PSİKOLOJİ FELSEFEDEN NASIL KOPTU?

  1. yüzyılda mekanikte gelişmeler olurken aynı zamanda eğlence çeşitleri de ortaya çıkmıştı. Kitapta buna örnek olarak yer altındaki borulardan ilerleyen suyun, müzik enstrümanları çalmak, hatta sözcük benzeri sesler çıkarması verilmiştir. Bu gibi eğlenceli faaliyetlerin mekanik figürleri çalıştırdığından bahsediliyor. Makineler icat edilmiş ve icat edilen bu makineler eğlence, bilimde, sanayide kullanılmıştır. Gelişen mekanik figürler ve 17. Yüzyılın saatleri modern psikoloji tarihi ile alakasız gibi görünse de aslında psikolojinin varlığını sürdürmesinde büyük rol oynamıştır. Buradaki ana düşünce evrenin büyük bir makine olduğu ve mekanik bir ruha sahip olduğu düşüncesidir.

Bilim ilerledikçe deney ve gözlem, peşinden de ölçme ayırt edici özellikler olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Bununla beraber evrenin bir makine olduğu düşünden her bir fenomenin rakamla ve tanımlamalarla anlatılabileceği düşünüldü, ve sonucunda termometreler, barometreler, pusula gibi ölçme araçları geliştirildi. Bu düşünce de evrenin tüm yönlerinin ölçülebileceği fikrini geliştirdi ve destekledi.

  1. yüzyılla beraber saatler çok sayıda üretilmeye başlanmıştır ve bu saatleri halkın her kesimi görebilmekteydi. Bilim adamları saatlerin görülebilirliği ve kesinliği sebebiyle onları fiziksel evrenin modelleri olarak ele aldılar. Robert Boyle, Johannes Kepler ve Rene Descartes’in de fikrine göre evrenin harmonisi ve düzeni saatinkine benzetilerek açıklanabilirdi. Bir felsefeci evrem ve saat arasındaki ilişkiyi “evren bir saatin tıkır tıkır çalışmasından daha farklı davranmaz” sözleriyle açıklamıştır. Saat benzetmesi ile her bir hareketin geçmiş olaylar tarafından belirlendiği inancını yani determinizm (gerekircilik) düşüncesini içerir. Gottshed’e göre; saatin yapısıyla ilgili iyi bir kavrayışa sahipsek, geçmiş ve şimdiki düzene bakarak gelecek hakkında tahminde bulunabiliriz. Düşünüldüğünde bu zor değil. Bir saati kolaylıkla parçalara ayırabiliriz, bu sayede de nasıl çalıştığını kavrayabiliriz. Bu da indirgemecilik düşüncesini içerir. Sonuç olarak; eğer saatlerin işleyişi en küçük parçalarına ayrılıp analiz etme yoluyla anlaşılabiliyorsa, benzer şekilde evrende en küçük parçalarına (atom, molekül) ayrılarak anlaşılabilirdi. Bu çıkarım yeni bir soru oluşturmuştu. Acaba tüm bunlar insan doğası araştırmaları için de geçerli olur muydu? İnsanlar ve hayvanlar da bir tür makine değil miydi?
  2. yüzyıla damgasını vuran beden-ruh kavramı Plato’dan bu yana dualistik bir görüşe sahipti. Dualizm’e göre ruh ve beden birbirinden ayrı iki kavramdır. Öncelerde kabul edilen teori ruh ve beden arasında tek yönlü bir etkileşim vardır; ruh bedene tesir edebilir fakat beden ruh’a ancak çok küçük bir miktarda tesir edebilir. Fakat Descartes teorisinde ruh ve beden birbirinden ayrıdır diyerek dualistik görüşü kabul etmiş ve desteklemiş ancak ruhun bedeni etkilediği gibi bedenin de ruhu zannedilenden çok daha fazla etkilediği üzerine olmuştur. Aradaki ilişki zannedilenin aksine karşılıklı bir etkileşim şeklindedir. Örneğin; “ruh bir noktadan ötekine hareket etmeye karar verdiğinde, bu karar bedenin sinir ve kasları tarafından uygulanır. Benzer şekilde, beden, örneğin bir ışık ve ısı tarafından uyarıldığında, ruh bu duyumsal verileri tanır, yorumlar ve uygun olan tepkiyi belirler. Bu düşünce 17. Yüzyıl için oldukça radikal olmakla birlikte farklı anlamlar da taşımaktaydı. Descartes’in bu teorisi desteklendi ve daha önce ruha atfedilen bazı işlevler şimdinin bedenin işlevi olarak ele alındı ve Descartes ruhun tek işlevinin olduğunu, bunun da düşünmek olduğunu savunmuştur. Bu sayede Descartes dikkatleri soyut ruh kavramından insan aklının ve zihinsel faliyetlerinin araştırılmasına yöneltmiş oldu.
  3. yüzyılın yarısından sonra Descartes’in ölümünden sonra psikolojinin uzun bilim öncesi dönemi son buldu ve yeni bir ruh pozitivizm (olguculuk) geldi. Bu terim Auguste Comte’a aittir. Comte pozitivizm’i gerçeklere dayandırmış, yalnızca nesnel olarak gözlemlenebilen gerçeklere dayanan bir sistem olarak ele almıştır. Pozitivizm’i destekleyen diğer görüşlerden biri de materyalizm olmuştur. Materyalizm’i kabul edenler her şeyim fiziksel terimlerle açıklanabileceğini savunmuşlardır. Üçüncü olarak empirisizm’i savunan filozoflar da zihnin bilgiyi nasıl edindiği ile ilgili araştırmalar yapıp tüm bilgilerin duyusal deneyimlerden türediğini savunuyorlardı. Emprisizm bu üç felsefi yönelim içerisinde yeni bir bilim olan psikolojinin ilk gelişim döneminin şekillenmesinde en büyük rolü oynadı.

John Locke zihin bilgiyi nasıl elde eder sorusuna cevap aradı ve bilişsel işlevlerle ilgilendi. Descartes’in öne sürdüğü doğuştan gelen bilgiyle donatılmanın aksine insanların doğduğunda hiçbir bilgiye sahip olmadıklarını (tabula rasa) iddia etti. John Locke’a göre zihin bilgiyi deneyimler sayesinde elde eder. 2 farklı deneyim türünden bahsetmiştir; biri duyum diğeri ise yansımadır. “Kişinin gelişiminde ilk olarak duyum kendisini gösterir. Duyumlar yansımaların oluşabilmesi için gerekli bir öncüldür. Çünkü zihnin yansıma yapabilmesi için bir duyum’a sahip olması gerekir. Yansımada birey soyutlamalar ve başka yüksek düzeyli tasarımlar meydana getirmek için, geçmiş duyusal izlenimlerini hatırlar ve bunları çeşitli şekillerde birleştirir. Tüm tasarımlar, nasıl soyut ve karmaşık olduklarının bir önemi olmaksızın, bu iki kaynaktan ortaya çıkarlar fakat mutlak kaynak, duyu izlenimleri veya deneyimleri olmaya devam eder”. John Locke ayrıca basit ve karmaşık tasarımları ayrı ayrı açıklamıştır. Basit tasarımlar kendilerinden daha basit tasarımlara indirgenemezler yani analiz edilemezler. Karmaşık tasarımlar ise basit tasarımların birleşiminden meydana gelir ve analiz edilebilirler veya basit tasarımlara dönüştürülebilirler. Locke’un başka bir teorisi de çağrışım teorisi üzerinedir. Çağrışım, psikologların öğrenme dedikleri sürece verilen ilk isimdir. Zihinsel yaşantının temel unsurlarına indirgenmesi veya analizi bu unsurların karmaşık tasarımlar oluşturmak üzere birleşmesi, yeni bilimsel psikolojinin özünü meydana getirdi. Psikolojiyi ilgilendiren bir başka kavram ise birincil ve ikinci niteliklerdir. Birincil nitelikler maddenin kendisinde olan –biz algılayalım ya da algılamayalım- değişmeyen özelliklerdir. Örneğin; binanın şekli ve boyutları birinci nitelikleridir. İkincil nitelikler ise; nesnenin aslında yoktur, tecrübe eden kişiye bağlıdır, yani ses, koku, tat, renk. Bir binanın rengi onun ikincil özelliğidir. Eğer bir şeftaliyi ısırmazsak onun bir tadı olmaz ve biz tadını bilemeyiz. Şeftalinin tadı ikinci özelliktir. Fakat şeftalinin rengi bizim onu algılama biçimimize göre değişmez, bu birincil özelliktir. Algılayan kişiden bağımsız olarak varolabilen her türlü nitelik, birincil niteliktir. George Berkeley aynı Locke gibi dış dünyaya ait tüm bilgilerin deneyimler sonucu kazanıldığını düşünüyordu. Fakat Locke’un bahsettiği birincil nitelikler kavramına inanmıyordu. Var olanlar Locke’un ikincil nitelikler şeklinde isimlendirdiği özelliklerdi. Berkeley’e göre tüm bilgiler deneyimler sonucu elde edilirdi. Berkeley’e göre emin olabileceğimiz tek gerçeklik algının kendisidir. Berkeley durumların çağrışımları olarak adlandırdığı teorisinde “görsel izlenimlerin dokunma ve hareket duyumları ile sürekli birleşmesinden ötürü, nesnelere değişik mesafelerden baktığımızda veya baktığımız nesnelere doğru bedensel olarak yaklaşma ve uzaklaşma hareketleri içinde olduğumuzda, göz de bu duruma uyum çabaları ve ayarlamalar ortaya çıkar. Başka bir deyişle, nesnelere doğru yürüme ve onlara ulaşma hallerinde sürekli devam eden duyusal deneyimlere ek olarak, göz kaslarından gelen duyumlar da derinlik algısını oluşturmak üzere birleşme durumuna gelirler. Bir nesne gözlere yaklaştırıldığında gözbebekleri belli bir noktada odaklaşmaya başlar. Bu yakınsama, nesne uzaklaştırıldığında azalır. Sonuç olarak, derinlik algısı basit bir duyum deneyimi olmaktan çok mutlaka öğrenilmesi gereken bir tasarımların birleştirilmesi durumudur.” Burada belki de ilk defa, tamamıyla psikolojik olan bir süreç duyumların çağrışımları açısından açıklanmıştır. [caption id="attachment_52045" align="alignleft" width="265"]PSİKOLOJİ FELSEFEDEN NASIL KOPTU? PSİKOLOJİ FELSEFEDEN NASIL KOPTU?[/caption] David Hume, Locke’un çağrışım teorisini geliştirerek daha açık hale getirmiştir. Hume’un psikolojiye kattığı en önemli iki şey izlenimler ve fikirler. İzlenim duyum ve algıya benzer. Fikirler ise; hayal olan ve uyarıcı bir nesne olmadan sahip olduğumuz zihinsel tecrübelere verilen isimdir. İzlenimler güçlü ve canlıdır, fikirler ise izlenimlerin zayıf kopyalarıdır. Hume çağrışımın iki kuralı olduğunu savunmuştur. Bunlar, benzerlik ve zamanda veya mekanda sürekliliktir. İki fikir birbirine ne kadar benzer veya sürekli ise, birbirini çağrıştırması da o kadar kolay olur. James Mill’ e göre zihin bir makiden fazlası değildi. Zihin bir makinaydı ve tıpkı bir saatin mekanik çalışma şekline benzer şekilde görev yapıyordu. Mill’in görüşüne göre, zihin dışsal uyarıcılara göre hareket eden pasif bir varlıktır. Kişi bu uyarılara otomatik olarak cevap verir, yani doğal davranmak elinden gelmez.

  1. yüzyılın yarısından itibaren felsefe psikoloji gelişimi için yapılacakları yaptı ve tek ihtiyaç olan teorinin gerçeğe aktarılmasıydı. Deneysel fizyoloji de yeni psikolojinin kurulmasına katkı sağlamıştır.

                                                                              Begüm Ekinci

Alt Başlıklar


Alt başlık bulunamadı.

Yorum Yap

Yorumunuz değerlendirmeye alındı.

Yorumlar

Hem Online Terapi hem yüz yüze Terapi Seçenekleri

Psikohelp Uygulamasını İndirin

herohero
heroheroheroherohero
50bin +

kullanıcı Psikohelp'e güveniyor

Yardım

Canlı Destek

Bize Ulaşın

0 (212) 216 23 67

Psikohelp Uygulamasını İndirin

herohero

© 2024 Psikohelp Tüm Hakları Saklıdır

0 (212) 216 23 67

Sorularınız mı var? Bizimle Konuşun
Yardımcılarımızdan birini seçerek devam edin
Canlı Destek 1
Canlı Destek
Aktif
Canlı Destek 2
Canlı Destek
Aktif
Canlı Destek 3
Canlı Destek
Aktif